Sonbaharda Bir Başka Güzeldir Dersim
I
Pülümür’den Mamekiye’ye
Son bir kaç yıldır, hep yaz tatilinde
memlekete giderdim. Ama bu sefer, eylül
ortasından ekim ortasına kadar süren bir
sonbahara denk geldi. İstanbul’dan
kiraladığım otoyla Erzincan üzeri Pülümür’e
doğru yola koyulduk. Yolda bir gece
konakladıktan sonra, ikinci gün Balaban
Deresi’ndeki köyümüzdeydik. Birinci gün
uyum sağlamaya çalışıp dinlendikten sonra,
iki-üç gün bölgeyi gezdik. Köylerde kalmış
olan dostlarımızı ziyaret edip, bilgi
edinmeye çalıştık.
Derê Balabanu/Balavanu (Balaban Deresi),
geniş sayılabilecek bir coğrafyaya tekabül
eder. Batıdan doğuya doğru, uzunlamasına
Erzincan’ı geçtikten sonra Kistım (Avcılar)-
Tanyeri mıntıkasından başlar, Têrcan
(Tercan) ovasında son bulur.
Genişlemesine ise, Erzincan’ın
Kuzey’inden geçen Zigana dağlarının
güney etekleri boyunca doğuya doğru
Çayırlı ve Tercan’ı içine alan, Güney-
doğusunda Kiği ile sınır oluşturan Bağır
dağı boyunca Güney-batıda Pülümür’e
doğru uzanan bölgenin adıdır, Balaban
Deresi. Aslında Türkçe olarak buna ‘vadi’
demek daha doğru olacaktır. Çünkü,
Balaban deresi, Fırat’ın doğu kolu olan
Karasu nehrinin aktığı vadinin ortasındaki
bağlantı yeridir, aynı zamanda. Doğuda,
Erzurum çevresindeki dağlık alanlardan
doğan, bizim Zazaca’da sadece ‘Çhem’
dediğimiz ve öyle bildiğimiz -(bugün ‘çhemê
ağwa şiaê’ şeklinde çevirebileceğimiz)-
Karasu nehri, Aşkale-Têrcan ovasından
geçerek çok dar bir boğazdan, Sansa
boğazından, Erzincan ovasına ve oradan
batıya doğru akar. Sansa boğazı ya da
geçidi (Gavanê Sanse, Boğazê Sanse)
Karasu vadisinin, bölgedeki en dar yeridir.
Tanyeri mıntıkasından Tercan’a bağlı -
bizim Paulka/Pawılka dediğimiz- Mırcan
(Mercan) kasabasına kadar demiryolu,
nehir ve karayolu paralel durumdalar.
Ancak bu paralellik, düz bir hat boyunca
değil, nehrin kıvrımlarına göre belirlenen ve
yer yer kesişen bir durum arzetmektedir.
Nehrin oluşturduğu keskin kıvrım
noktalarındaki bağlantılar, modern
denebilecek köprüler vasıtasıyla
sağlanmaktadır. Tanyeri köprüsünü,
Sarqe/Derê Sarqe (Sarıkaya) köprüsü takip
eder. Sonra sırasıyla Pırdê Mıti (Mutu),
Pırdê Temti (Temt), Sansa-Bakımevi
(Baxım) ve Demirkapı-Üçdam (Wustam)
köprüleri gelmektedir. Otuz kilometrelik
mesafede bulunan bu altı büyük köprü
dışında, ayrıca az sayıda küçük ve tahta
köprüler de vardır.
Doğu Karasu vadisi olarak da nitelendirilen
bu bölge, Sivas-Erzincan hattını Erzurum’a
bağlayan tek hat değilse de, en kısa ve en
önemli hattır. Tarihi Dersim’in kuzey-
doğusuna tekabül eden Balaban Deresi
mıntıkası, TC’nin idari yapılanmasında
nehir esas alınarak bölünmüştür.
Tanyeri’nden Demirkapı’ya kadar yaklaşık
otuz kilometrelik mesafede akan Karasu
nehri aynı zamanda, Erzincan-Tunceli il
sınırını oluşturmaktadır. Balaban Deresi,
anlaşılacağı üzere, Balaban aşiretinin
yerleştiği vadinin veya mıntıkanın adıdır.
Tarihsel olarak belirsiz olmakla beraber,
bugünkü duruma göre bölgenin adını,
aşiretten aldığı anlaşılmaktadır. Dr. Vet. M.
Nuri Dersimi, bölge için ‘Balabitın’ diye
geçen bir addan bahs ediyorsa da,
bununla olan ilişkisi kesin değildir. Doğu
Dersim’ın en yaygın ve en kalabalık
aşiretlerinden biri olan Balabanlar
(Balabanu/Balavanu), bu idari yapılanma
sonucunda Erzincan’lılar -(Tercan, Çayırlı,
Üzümlü ilçeleri)- ve Tunceli’ler -(Pülümür)-
olarak bölünmüş durumdalar.
1960’lı, 1970’lı yıllarda, çocukluğumun ve
ilk gençlik yıllarımın geçtiği bu mıntıka’da
deyim yerindeyse insan kaynıyordu. Bu
yılların, Dersim’in de en kalabalık yılları
olduğu anlaşılmaktadır. Ya bugün durum
nasıl? Yine deyim yerindeyse, köyler adeta
bom boş. Bölge köylerinin büyük bölümü
ya tamamen ya da büyük oranda boş
durumda. Eğer bir tahminde bulunmak
gerekirse, bu boşalma ve boşaltılma
oranının yüzde doksan civarında olduğu
söyleyebilir.
Köye gidişimizin dördüncü sabahı,
Pülümür üzeri Ovacık’a doğru yola çıktık.
Erzincan-Erzurum yolunun Tunceli ayrımı
olan Pırdê Mıti (Mutu) köprüsünün hemen
bitiminde kimlik tespitinden sonra
Pülümür’e doğru tırmanıyoruz. Pülümür-
Mutu arası yolun, Mutu-Cankurtaran arası
bölümü, yıllardır yapım halinde ve
dolayısıyla asfalt değil. Aşırı tozlu, taşlı,
kısacası berbat. Pülümür-Mutu arasındaki
köyler, diğer köylere nazaran nispeten
daha bakımlı. Özellikle Dağyolu eski adıyla
Şeteri (Seteriye), uzaktan bakıldığında yeni
onarılmış şirin bir kasaba görünümünde.
Zaten eskiden de nahiye merkezi idi.
Karakol’un yeri değiştirilerek daha yukarıya
-(Cankurtaran olarak adlandırılan)- bölgeye
hakim olan tepeye taşınmış. Bu noktadan
sonra düzeltilmiş asfaltlı yol başlarken,
Pülümür de uzaktan görünmeye başlıyor.
Bir kaç poz resim çektikten sonra yolumuza
devam ediyoruz. Daha sonra da ziyaret
ettiğimiz gibi Pülümür henüz depremin
yaralarını saramamış. Binalar yapım
halinde ve henüz bitirilememiş. Eski
kaymakamlık binası kullanılamamakda,
resmi işler barakalarda görülmektedir.
Pülümür’ü geçtikten hemen sonra, iki
dağın arasına sıkışmış olan dar Xarçık
(Harçik) vadisi başlamaktadır. Bir taraftan
yolun ve Harçik çayının her iki tarafında
yükselen dik kayaları süzerken, öte yandan
gözlerim Pırdê Xanıme (Hanım) köprüsünü
aramaktadır. Ancak, derinleşmiş bir
uçurumun dibindeki tarihi köprüyü
göremeden, eskiden yatılı bölge okulu olan
ve 1980’den beridir askeri kışla-karakol
olarak kullanılan, Deste (Deşt/Balpayam)
yol ayrımındaki Rabat (Turnadere)
mıntıkasına varıyoruz. Eski nahiye merkezi
olan Pırdo Sur (Kırmızıköprü) kasabasının
Salördek’deki Milli Eğitime bağlı okul binası
da kışla halinde.
Kırmızıköprü’yü geçer geçmez, dağdan
inen ve yolumuzu kesen bir sürü ile
karşılaşıyoruz. Pülümür bölgesindeki
yaylalara çıkmış olan göçerler dönüş
yolundalar. Yaklaşıp soruyoruz. Pertek’e
gideceklerini belirtiyorlar. Sonra Xilvês
(Hilbes) mıntıkasındaki ‘ağlayan kayalar’a
rastlıyoruz.. İnce ince süzülen sularla
kayalar, bir sanat eserini andırıyor. Bir
yanda, doruklarına ulaşılması imkansız gibi
görünen yalçın kayaların eteklerinde derin
yarıklar ve mağaralar gözükürken, diğer
yanda ormandaki ağaçlar birer renk
cümbüşü oluşturarak adeta göz
kırpmaktadırlar. Derken, erişilmez
dediğimiz bu sivri kayalardan birinin
doruğunda, bir bina gözüküyor. Kartal
yuvası benzetmesi, ‘cuk’ oturuyor.
Niyetimiz, Düzgün Baba’ya da uğramaktı.
Ancak, yolda vakit kaybetmemiz ve
Nazımiye yolunun taze dökülmüş
asfaltlama çalışması, bu planımızı
değiştirdi. Biz de, Pülümür’den başlayan
Xarçık (Pülümür) çayı boyunca, bol bol
mola vererek resim çeke çeke ilerledik.
Harçik vadisi boyunca gördüğümüz
manzara, cezbediciydi. Hani derler ya, tam
da ‘doğa harikası’ bir vadi. Yol, çok yakın
mesafe ara ile çaya paralel olarak şehir
merkezine varmaktadır. Çok kötü olduğu
seylenemez. Avrupa’nın bir çok ülkesindeki
dağ yolları ile benzer özellikler taşır. Ancak,
bazı geçitler ve virajlar oldukça çetin ve
tehlikelidir. Bir kaç yüz metre arayla çığ
tünelleri var. Kışın, çoğu zaman bu yol
kapalıdır.
Yol güzergahında rastladığımız binaların
çoğu yıkılmış ya da tahrip edilmiş.
Bunlardan biri de Zağge’deki (Sarıtaş)
meşhur konaklama yeri idi. Tahrip edilmiş
olmasına rağmen sağlam kolonları dim dik
ayakta ve adeta direniyorlar. En çok merak
ettiğim yerlerden biri de meşhur
Kutuderesi’ydi. Bölgeden geçmişken,
Kutudere’yi görememek, unutulması
imkansız bir şey olacaktı. Dört gözümüz, bir
işaret veya bir canlı aramaktadır. Derken,
kuytuluk bir noktada, ağaç dallarının büyük
oranda kapattığı küçük bir tabela
gözümüze ilişiyor. Kutudere yazısını
okurken sevinçten bağırıyorum. Hemen
arabamızı durdurup bir kaç poz çekiyoruz.
Ancak, derenin bulunduğu noktada vadi, o
kadar dar ve dik yamaçlı ki, doğru dürüst
bir poz yakalayamıyoruz. Hayıflanarak
arabamıza binerken, yolun alt tarafında,
daha sonra dinlenme tesisi olduğunu
öğrendiğim bir restauranta gözümüz
takılıyor. Henüz bir kaç yüz metre yol
almışken, yürüyen orta yaşlı birine
rastlıyoruz. Merhabalaştıktan sonra,
Zazaca ve biraz da tatmin olmamış bir
edeyla Kutudere’nin tam olarak neresi
olduğunu soruyoruz. Adam gülerek bize,
haa ‘Derê Roji’ diyor. ‘Ma cı ra Derêroji’
vame. (‘Roj deresi’ mi, biz ona Roj deresi’
diyoruz). Böylece, Kutudere (Derê Qutiye)
olarak bildiğimiz yerin, aslında Türkçe
karşılığının ‘Güneş deresi’olması gereken
ve yerel dil olan Zazaca’da ‘Derêroji’
olduğunu da öğrenmiş olduk.
Yer isimlerinin değiştirilmiş olması, gezi
boyunuca en büyük güçlüklerden biri olarak
karşımıza çıktı diyebilirim. Bölge insanının
duya duya ezberlemiş olduğu tarihi yer
isimleri, çoğu uydurulmuş olan yeni
isimlerle değiştirilmiştir. Dolayısıyla nerede
olduğunuzu, nereye doğru gitmek zorunda
olduğunuzu çoğu zaman bilemiyebilirsiniz.
Bu, çoğu zaman yolunuzu şaşırdığınız ya
da yabancı bir yerde olduğunuz hissini
uyandırabilmektedir. Örneğin,yol güzergahı
boyunca karşılaştığım bazı yerlerin eski ve
yeni isimleri şöyledir: Eski ismi Tahsini
olarak geçen, Zazacası Tasıniye/Tosıniye
olarak bilinen meşhur köyün yeni ismi
Gökçekonak, Rabat’ın ismi Turnadere,
Murdafan (Murdıf) ismi Kangallı,Zağge’nin
ismi Sarıtaş, İksor’un ismi ise Gözen’dir.
(Daha sonraki günlerde Düzgün Baba’dan
dönerken içinden geçtiğimiz ve ‘Çuxure’
olarak türkülere girmiş meşhur Çukurköy’ün
yeni ve tuhaf ismini ise unuttum ve hala bir
türlü hatırlayamadım).
Bu yazıda geçen yer isimlerini eski, yeni ve
Zazaca veya yerel biçimleriyle vermeye
çalıştım. Bugüne kadar ki Türkçe
yazılarımda, dilbilgisi kurallarına uyarak
resmi yer isimlerini esas alıp Zazaca veya
diğer yerel biçimlerini parantez içinde
veriyordum. Ancak, bu yazımla beraber bu
kuralı artık bırakıyorum. Tarihi veya orijinal
biçimleri esas alarak bundan böyle Türkçe
yeni isimleri parantez içinde yazacağım.
Çünkü, aslolan tarihi ve tanınan, bilinen
yerel isimlerdir. Yer isimleri ile ilgili çalışma
başka bir yazının konusu olabilir diye
geçiyorum. Ancak, AB sürecindeki TC,
tarihi yer isimlerini değiştirerek bir tarih ve
kültür katliamı gerçekleştirmektedir. Bu
konu iyi işlenerek, Avrupa ve dünya
kamuoyuna taşınmalı ve bunun aslında dil
ve isim yasağının, asimilasyon ve kültürel
imhanın sürdüğü anlamına geldiği bilince
çıkarılmalıdır.
Yolumuza devam ederek öğlene doğru
şehir merkezine doğru yaklaşırken, şehrin
bir dış mahallesine dönüşmüş olan
Marçık’la karşılaşıyoruz. Yol üzerinde küçük
bir tesis ve Harçiki gösteren plaj tabelalarını
görüyoruz.Ve nihayet şehir gözüküyor.
Şehir merkezinin tam karşısında, Harçik
çayına hakim bir tepede Pir Sultan, adeta
Mamekiye’ye hoş geldiniz diye karşılamada
bulunuyor. Arabamızı hemen uygun bir
yere çekip Pir Sultan heykelinin önüne
dikiliyoruz. Yanı başında güzel ve bakımlı
bir cemevi, çevre düzenlemesi yapılmış ve
küçük sayılmayacak bir alan. Oldukça
heybetli olan heykel ve harika manzara
karşısında rahatlatıcı bir hava
yakaladığımızı hissediyoruz. Bu tepeden,
Harçik’ın Munzur’la birleştiği noktayı
görüntülüyoruz. Elazığ’a ayrılan yol
üzerindeki köprü, dağların eteklerine doğru
yükselen şehrin dış mahalleleri, belki de
en iyi bu noktadan gözlemlenebilmektedir.
Bol bol resim çekerken, ruhumu hafif bir
hüzün kapsamıyor değildi. Nedeni ise, Pir
Sultan heykelinin yerinde, neden Seyit
Rıza’nın heykeli durmuyor, diye
düşüncelere dalmamdı?
Bu düşünce daha önce de aklımdan
geçmemiş değildi. Heykelin, daha yapım
kararı alındığı dönemde bu soruyu
kendime sormuştum. Bir çok neden
sıralanabilir. Acaba bu, bir kabullenme mi
idi? Pir Sultan inandığı bir dava için dar
ağacına çıkmıştı. Ya Seyit Rıza? Pir Sultan
her yıl çeşitli etkinliklerle anılıyor. Ya Seyit
Rıza? Ama bir gün Seyit Rıza’nın, böyle bir
alandan şehri ve halkı selamladığını hayal
olarak değil, ama gerçekte görmek isterdim.
Ve, bu düşüncelerle şehrin içine giriyoruz.
Mamekiye! Namı değer, Dersim’den Kalan
Tunceli! Kim söylemişse, hiç de fena bir
tekerleme değil hani. Geçenlerde,
internette Dersim, Kalan, Tunceli isimlerini
kurcalarken, Munzur Vilayeti’nin
oluşturulması ile ilgili kanun taslaklarına
rastladım. Doğrusu, ilginç gelmedi değil.
Hani derler ya ‘cuk’ diye oturan bir isim.
Ama şanssızlık, bu döneme denk gelen A.
Alpdoğan’ın genel valiliği mi, yoksa daha
başka ‘derin’ nedenler mi? İrdelenmeye
değer.
Evet, Mamekiye! Yeni kurulan kentin
merkezi olan eski bir köy. Hoş, şimdi de
şehirden öte bakımsız bir kasaba
görünümünde. Etrafı dağlarla çevrili, bir
şehir için küçük sayılan, ova değil, engebeli
büyükçe bir çukurun içine kurulmuştur.
Ama ortasından geçen Munzur’un Harçik
ile birleşip dönerek çizdiği kavisle oluşan
manzara, şehre bambaşka bir güzellik
katmaktadır. Şehrin ortasında adı ‘Palavra
Meydanı’na çıkmış küçük bir alan, etrafında
bir kaç oldukça yüksek bina ve dağların
eteklerine doğru merdiven misali dizilmiş
diğer evler. Çay bahçesine geçerek birer
çay içiyoruz. Manzara oldukça güzel.
Munzur’u, üzerindeki eski tahta ve yeni
demir köprüyü görüntülerken, nehrin
kenarında düzenlenmiş bir spor sahası
gözümüze ilişiyor. Oldukça derin bir
yatakta akan nehrin, karşı yakasında da
yine dağın eteklerine doğru dizilmiş evler.
Aşağıya doğru indikçe Turusmege
(Türüşmek/Aktuluk) yazısının şehirle
birleştiği şehrin öte yakası var.
Tunceli şehir merkezine bu, ikinci gelişim.
İlki, 1976’da yine bir sonbahar gününde
Elazığ’dan (Elejiz) merkeze ve bir gece
konakladıktan sonra ertesi gün, tek
bağlantı yolu olan Harçik vadisinden
Pülümür’e (Quziçan,
Pulemoriye/Pulêmoriye/Pulêmuriye) ve
oradan köyüme gitmiştim. Ama bugün,
şehir merkezinden Ovacık’a doğru yola
çıkıyoruz.
........................0..............................
II
Munzur Vadisi Yoluyla Ovacık’a
Gözeler ve Bilgês
Tunceli kent merkezinin bakımsız ve
daracık sokaklarından geçerek Ovacık’a
doğru yola koyuluyoruz. Yol, hemencecik
nehrin kenarına iniyor ve Ovacık’a kadar
Munzur’a paralel olarak devam ediyor.
Şehri bir kaç km. geride bırakmıştık ki, eski
adı Deşt (Deste) olan Geyiksuyu mevkine
vardık. Munzur’un, dağın etrafında
dolaşarak oluşturduğu yarım ada
görüntüsü, çok çekici bir manzara
oluşturmaktadır. Kaçırmak niyetinde
değilim. Arabayı hemen durdurup uygun
pozisyon almak istiyorum. Bir iki poz
çekiyorum ama bütün manzarayı
yakalayamadığımın farkındayım. Yamaca
doğru, ancak bir kaç metre
tırmanabiliyorum. Dik bir kayanın eteğinde
durup çekmeye devam ediyorum. Bir kaç
poz daha çektikten sonra biçare aşağıya
iniyorum. Çünkü daha yukarıya tırmanmak
imkansız gibi. Ayrıca bir kaç yüz metre
ötedeki karakolu da alarma geçirmek
niyetinde değiliz. Çaresiz, hayıflanarak
arabamıza binip devam ediyoruz. Virajı
döner dönmez, bölgeye hakim bir tepenin
orta yerine kurulmuş olan Geyiksuyu
karakoluna varmış bulunduk.
Geyiksuyu karakolu kontrol noktasında
durduruluyor ve tespit için kimliklerimiz
isteniyor. Arabamızı stop edip kimliklerimizi
veriyoruz. Bir taraftan kimliklerimizdeki
bilgileri kayderken, arada bize de soru
soruyorlar. Nerden gelip nereye gitmek
istediğimiz, hangi köyden olduğumuz gibi
sorular. 5-10 dakika süren bu işlemden
sonra kimliklerimiz geri veriliyor ve tekrar
yola çıkıyoruz. Şüphesiz ki, bu kontroller
oldukça can sıkıcı ve moral bozucu. Bir çok
sorunun yaşandığı da muhakkak. Neyse ki,
biz ciddi bir sorun yaşamadık, bu anlamda
kendimizi şanslı sayabiliriz.
Geyiksuyu karakalu, merkezi bir noktaya
kurulmuş. Hem durdurulduğumuzda ve
hem de yola çıkarken, etrafı gözlemliyoruz.
Karakolun çevresindeki oldukça geniş
alanın simsiyah görüntüsü ilgimizi çekiyor.
Yakıldığını anlıyoruz. Adeta traş edilmiş,
tek bir ağaç bile bırakılmamıştı.
Çekindiğimizden görüntü alamıyoruz.
Geyiksuyu, Munzur vadisinin anahtarı
durumunda. Yanı başında Halvoriye
(Karşılar) köyü var. Yolumuza devam
ediyoruz. Yol, yer yer nehre çok
yakınlaşıyor ve paralel olarak devam ediyor
Ovacık’a doğru. Vadinin iki yanı, dik
yamaçlarla yükselen yalçın kayalardan
oluşuyor. Vadi, o kadar dar ki, aşağıdan
bakınca üst noktaları görmek mümkün
değil. Harçik vadisi ile aynı özelliklere
sahip. Derê Laçi (Laç deresi), Laçinu
(Laçin) mıntıkası bu bölgede. Derken eski
adı Girmil olan Aşağıtorunoba’ya varıyoruz.
Bir askeri birlik ve kontrol noktası da
burada var. Yine aynı işlemler ve yine
devam ediyoruz.
Aşağıtorunoba’dan bir kaç km. sonra eski
adı Çakperi (Çexperiye) olan Güneykonak
köyü geliyor. Yol ile nehir arasındaki alana
bir dinlenme tesisi kurulmuş.
Aşağıtorunoba ve Güneykonak da daha bir
kaç ev var. Mercan çayı bu mıntıkada
Munzur’a karışıyor. Munzur üzerinde
yapılmak istenen barajlardan birinin bu
mıntıkayı da kapsayacağı söyleniyor.
Munzur vadisi, tıpkı Harçik vadisi gibi baraj
yapımı için çok uygun. Vadilerin etrafı çok
yeksek olan sarp kayalarla adeta duvar gibi
örülmüş doğal set görevi görüyor. Her
halde suların yetmeyeceği tahmin ediliyor
olacak ki baraj alanları nispeten küçük
tutulmuş. Ama yine de vadi sular altında
kaldığında, Tunceli-Ovacık bağlantısı
kesilmiş olacak. Pülümür’den Harçik vadisi
boyunca Tunceli’ye ve oradan
Munzur vadisinden Ovacık’a gidilirse, uçları
biraz açık bir ‘U’ harfi çizilmiş olur. Eğer
Harçik ve Munzur’un önü
Tunceli’dekesilirse sadece Tunceli değil,
Ovacık tamamen ve sanırım Pülümür’de
kısmen sular altında kalır.
Öğlenden sonra Ovacık’a varıyoruz. Küçük
bir kasaba. Fakir ve bakımsız. Munzur
nehrinin kenarına, ovanın orta yerine
kurulmuş, gerçekte ovacık bir yer. Munzur
Baba gözelerine doğru devam ediyoruz.
Önce, eski adı Kedek (Çedage) olan
Ovacık’ın en kalabalık köylerinden biri olan
Koyungölü, sonra Adaköy ve eski nahiye
merkezi olan Zeranige (Zeranik/Yeşilyazı)
geliyor. Ade (Adaköy) ile Zeranige
(Yeşilyazı) arasındaki düzlükte, yolun
nehre yaklaştığı bir noktada durup resim
çekiyoruz. Aşağıdan Bilgês’e doğru uzanan
genişçe bir alan ormanlarla kaplı. Ovadan
başlayarak dağa doğru yan yana ve yakın
mesafelerle kurulmuş köyler. Sonra
dağların eteklerine doğru birbirinden
uzaklaşan noktalarda kurulu diğer köyler.
Nihayet, hedefimiz olan noktaya, Munzur
Baba Gözeleri’ne varıyoruz.
Munzur Baba Gözeleri (Çımê Munzur
Bavayi) Yeşilyazı’nın hemen bitişiği olan
Jiare (Ziyaret) köyünün bitim noktasındalar.
Manzara cezbedici. Küçük bir tesis dışında,
gözelerin arasına dağılmış alana dizilmiş
masalarda üç-dört müşteri demleniyordu.
Tuhafıma gitmedi değil. Sonradan, burada
bu tip eğlenmelerin olağan olduğunu
öğreniyoruz. Burada bir zamanlar 40
gözenin var olduğu sanılıyormuş. Doğrusu,
bunları sayamadım ama oldukça geniş bir
alanda, her taraftan su fışkırıyor. Gözeler,
Munzur dağlarının eteklerinin altında,
vadiyle birleşilen noktadalar. Tazyikle
fışkıran yerlerki su bembeyaz, aynı süt gibi.
Alttan kaynayan yerlerde ise, suda bulunan
minerallerden olacak, küçük küçük
kabarcıklar adeta patlayıp dağılarak
yayılıyor, yerini yenileri alıyor.
Gözeler, büyük oranda doğal yapısını
korumakla beraber, önemli bir çevre
düzenlemesi de yapılmış. En üst gözenin,
en yukarıda bulunan kaynağın kuruduğunu
tespit ediyoruz. Bunun nedenini
düşünürken, gözlerimiz, bir kaç metre
ilerideki yeni yapılmış binaya takılıyor. Bu
binanın, Munzur’un suyunu pazarlamak
için kurulmuş olan Munzur A.Ş’ne ait
olduğunu öğreniyoruz. Kuruyan gözenin
suyunun da, bu şirketin yaptığı tesis
sonucu alındığı tahmininde bulunuyoruz.
Eğer bu tahmin doğruysa, şirket gözelerin
doğal yapısına zarar vermeden de, suyu
elde edebilir diye düşünüyorum. Bu yanı ile
baktığımızda daha dikkatli davranılması ve
doğal yapının korunmak zorunda olunduğu
açıktır. Bu anlamda yapılmış eleştiriler
doğrudur. Ancak, bazı eleştirilerin maksadı
aştığı söylenebilir. Dersimliler için, Dersim’e
yatırım yapılması ve iş sahasının açılması
aslında teşvik edilmesi gereken bir
durumdur.
Dersim’deki inanışa göre, Munzur Baba
Gözeleri kutsaldır. Munzur Baba
efsanesinde, çoban Munzur’un elindeki
kabı düşürerek dökülen sütün suya
dönüştüğüne inanılır. Dr.Vet.M. Nuri ise,
esas olarak aydınlık ve güneş tanrıçası
olan ilahe Anahit’in ‘gögüslerinden fışkıran’
süt olduğuna inanır. Ben, bu inanış
yorumlarından farklı olarak şuna kanaat
getirdim: Bu fışkıran suda çeşitli mineraller
vardır. Beyazlığın nedeni de yine bu
mineraller ve tazyiktir. Tahlil edilirse, değeri
anlaşılacaktır. Bu su, bir çeşit soda yani
doğal maden suyudur. Avrupa Alpler’inin
doğal maden suyu, bugün Avrupa
piyasasının hakimidir.
Her yıl binlerce kişi tarafından ziyaret
edilen Munzur Baba Gözeleri, Dersim
İnancı’nın yaşayan en parlak ve en canlı
örneklerinden biridir. Eskiden, aşiretler
arasındaki anlaşmazlıklar, bu pınarın
başında yemin edilerek barışla sonlanır,
kurbanlar kesilerek kutlanırmış. Bugün de,
gözelerin yan tarafında örülmüş duvarlar,
yakılmış mum akıntıları ile adeta
kaplanmış. Gözeler, bu doğal güzellikleri
ile bölgenin en önemli dinlenme, piknik ve
mesire yeridirler. Bu kutsallık, eski
inançlardan kalmadir. Yüce dağlara, ulu
pınarlara (su kaynaklarına) veya temsili
olarak ağaç, kaya, vb. tapmanın bir
ifadesidir. Yaklaşık iki saat kaldığımız
gözelerden, meşhur alabalığı tatmadan
ayrılsaydık, gözümüz arkada kalabilirdi.
Fiyatları, boğazdan hiç de aşağı olmayan
alabalıklarımızı yedikten sonra yola
çıkıyoruz.
Rehberimiz, İstanbul’dan beri beraber
yolculuğa çıktığımız sevgili Haydar
Ovacıklı, Zeranik’deki köprünün yapımı
devam ettiğinden bizi köy içine
yönlendiriyor. Ancak, tahmin ettiğimizden
daha derin bir arka (su kanalına)
saplanıyoruz. Neyse ki, orada olan bir
arkadaşın da yardımıyla çıkıp yolumuza
devam ediyoruz. Köyün daracık
sokaklarından geçerek Bilgês Baba dağına
doğru tırmanıyoruz. Köylerin kuruluşunda,
evlerin yapılışında hiç bir planlamanın
olmadığı açıkça görülüyor.
Ovacık’ta bu kadar köyün yanyana, birbirine
yakın olduğu tek bölge, sanıyorum,
Yeşilyazı ve çevresidir. Daha önce ova
kesiminde yer alan köylerden bahs
etmiştim. Çevreye doğru açıldıkça yeni adı
Karayonca olan Pardiye (Pardi), Qızıxe
(Kızık), Burnağe (Burnak), Topuze
(Topuzlu), Viyalıke (Sögütlü), Bırdu
(Çalbaşı), Merxu (Cevizlidere), Çêrpazine
(Arslandoğmuş), Tetu (Tatuşağı) ve daha
yukarılarda, dağların eteklerinde,
ormanların içlerinde Dewa Pile (Büyükköy),
Hulku (Hüllükuşağı), Xanu (Hanuşağı),
Semku (Kuşluca) ve nihayet Bilgês
Dağı’nın eteklerinde Bilgês (Bilgeç) köyü ve
diğerleri. Güneş batmadan,
konaklayacağımız eve varıyoruz. Ertesi gün,
Heyder ve Hemed ile birlikte Veroz’a
çıkıyoruz.
Veroz, Ovacık ve çevresini görmek ve
gözetlemek için en iyi noktadaki yüksekçe
bir tepedir. Veroz’un ve ovanın kuzey
cephesinde Munzur sıra dağları, batıda
Xağaçur (Hağaçur) vadisinden, doğuda
Mercan dağlarına dek uzanır. Dağların
dorukları çıplak ve yer yer yıl boyunca
karlarla kaplıdır. Eteklerinde tek tük ağaçlar
olsa da esas olarak kayalıklardan
oluşmuşlardır. Dağ silsilesi, zincir misali
eklemlenenerek uzar ve doğuda Mercan
dağları ile birleşir. Bu dağların belli
noktalarında çok engebeli, dar ve çetin
geçitler var. En batıda Xağaçur boğazından
Sivas’a, kuzeyde Jiare (Ziyaret) geçidinden
Kemah’a, Nêrdigan (Merdiven), Ağwa Gêre
(Ger suyu) ve Mırcan (Mercan) boğazından
Erzincan’a ve doğuda Gaxnut (Mahmunut)
boğazından Pülümür’e ulaşılır. Munzur sıra
dağları, aynı zamanda Tunceli-Erzincan il
sınırını oluşturmaktadır. Ovacık ile Munzur
dağlarının birleştiği çizgide bir kaç köy
daha var. Bunlar, eski adı Tanzi (Thanziye)
olan Köseler ve yine eski adı Kodi (Kodiye)
olan Paşadüzü ile eski adını ve Zazacasını
öğrenemediğim Gözeler adlı köylerdir.
(Gözeler adlı bu köy, Munzur Baba Gözeleri ile karıştırılmamalı. Zira, Munzur
Baba Gözeleri’nin bulunduğu köyün adı,
Zazacası Jiare olan Ziyaret köyüdür).
Veroz, Ovacık’ın güney-batısına düşer.
Güney-doğuda Semku (Kuşluca)
tepelerinin doruğunda Kemerê Dulbegi
(Dulbey kayalığı), güneyde Sıvıske ve
Bilgês dağı ile yaylası, güneybatıya doğru
Hulku (Hüllükuşağı), Koye Mori/Mari (Yılan
dağı) ve arada kalan Kırklar ya da Ağbaba
dağı Hağaçur vadisi ile birleşir. Böylece
Ovacık ve ovası, her tarafı elips biçiminde
sıra dağlar ile çerçevelenmiştir, diyebiliriz.
Kuzeydeki Munzur dağlarına nispet
yaparcasına, güney yakası yani Bilgês ve
etekleri baştan başa ormanlarla kaplıdır.
Evet, Veroz’dan bakınca sadece yukarıda
adlarını saydığım, Ovacık’ın çevresini saran
yerler değil, aynı zamanda bu çemberin içi
de çok iyi görünmektedir.
Ovacık ovası, en batı ucunda Xağaçur
(Hağaçur) vadisi, Xağaçur (Yenikonak) ve
Ercixpar (Eğripınar) köylerinden başlar,
yaklaşık 25-30 km uzayarak doğuda
Mercan vadisi ile birleşir. Kuzeyde, Muzır
dağlarının eteklerinden, güneyde Bilgês
eteklerine kadar genişlemesine yer yer, 10-
15 km.dir. Ova kesimindeki verimli
topraklarda köyler kurulmuştur. Ama büyük
bölümü, çeşitli bitkiler yetişse de, esas
olarak kıraç olup genellikle kum ve
çakıllıdır. Buranın eskiden göl olduğu ve
suların çekilmesiyle bu günkü ovanın
oluştuğu sanılmaktadır. Ovanın,
kuzeybatısında Jiare (Ziyaret) köyünün
bulunduğu mıntıkanın, Munzur dağları
etekleriyle birleştiği bir noktadaki
gözelerden fışkıran su, çıkar çıkmaz birkaç
metre sonra bir ırmağa dönüşür.
Kuzeybatıdan doğuya doğru akarak Jiare,
Zeranıge, Ade ve Çedage köylerinden
geçen Muzır nehri, Pulur’a (Ovacık) teget
çizerek bütün ovayı baştan başa geçtikten
sonra, Çexperiye (Güneykonak) köyünden
birkaç km. sonra, güneye dönerek Mırcan
(Mercan) ve Xağaçur (Hağaçur) çaylarını
da alarak Muzır (Munzur) vadisi boyunca,
Mamekiye’ye doğru akar, gider.
Eylül ayında hala yaz mevsiminden bir gün
yaşıyoruz. Çekebildiğimiz kadar bol bol
resim çekiyoruz. Lakin, yolumuz epeyce
uzak. Tırmandığımız gibi yavaş yavaş
aşağıya doğru iniyoruz. Niyetim, ertesi gün
geri dönmekti. Fakat, ev sahibi amcamız,
sögüş (sogıs) yedirmeden,
bırakmayacağını söylüyor. Öğlen
yemeğinde, sögüş olarak kesilen tokluyu
(kavır) yiyoruz. Önceki gün Veroz’a
tırmanışımız, yorgunluk yarattığından
Bilgês’e tırmanmayı göze alamıyoruz.
Sevgili dostum Heyder, hafif bir yürüyüş
olmasını düşündüğünden Hulku
(Hüllükuşağı) bölgesini öneriyor. Ben ise,
gitmişken Bilgês’e çıkalım diyorum ve yola
koyuluyoruz. Ancak, yolu yarı ettiğimizde,
havanın kararmaya başladığını görüyoruz.
Rotamızı değiştirerek Bilgês dağı yerine
Bilgês yaylasına yöneliyoruz.
Bilgês yaylası, Bilgês dağı ile Kemerê
Dulbegi, Kertê Dara Huske ve Semku
(Kuşluca) tepesi arasında kalan genişçe bir
alana tekabül etmektedir. Yaylanın batı
kesiminde çıplak Sıvıske tepesi ve Bilgês
dağı, güneyde Toxmak Baba dağı ile
Hozat’a doğru uzar. Doğuda ise, Semku
(Kuşluca) mıntıkası ile çevrilidir.
Bölgeye hakim bir noktada, Kuşluca
karakolu kurulmuştur. Bilgês’in batı
noktasında ise, yine hakim bir noktada
Xanu (Hanuşağı) ve Hulku (Hüllükuşağı)
köylerinin üstünde bir karakol olduğu
uzaktan görülmektedir.
Yaylanın çevresinde yer yer orman ve
çeşitli ağaç türleri vadır. Yaylanın iç kesimi
diyebileceğimiz alan ise çeşit çeşit otlarla
kaplıdır. Sonbahar olmasına rağmen, hala
hayvanları doyurabilecek kadar çeşitli otlar
vardı. Bir kaç yerde su kaynakları (çımê
ağwe) var. Bu kaynakların aktığı bazı
noktalarda bir söğüt türü (dalık) olan
ağaççıklar, bodur ormanları meydana
getirmiştir. Yaylanın güney noktasında bir
gölcük mevcuttur. Kurak bir yaz yaşanmış
olmasına rağmen henüz tümüyle
kurumamıştı. Bilgês mıntıkasının en güney
noktadasında Bilgês köyü ve Toxmax Bava
(Tokmak Baba) dağı yer almaktadır. Bilgês
köyü, bölgenin en üst noktalarında yer alan
bir dağ köyüdür ve 1994’deki köy
boşaltmaları sırasında tamamen yakılıp
yıkıldığını, tahrip edildiğini öğreniyoruz.
Evlerin yıkıntıları hala yerinde duruyor.
Köylülere, henüz geriye dönüş yani kalıcı
yerleşme izni verilmemiş, sadece yazın
yaylaya, geçici çıkma izni verilmiştir.
....................................0.......................
III
OVACIK’TAN PÜLÜMÜR’E DÖNÜŞ
Ertesi gün dönmek üzere, konağımıza
yöneliyoruz. Dönüşü anlatmaya geçmeden
önce burada gördüklerim yanında
duyduklarımı da aktarmak istiyorum.
Bölgede genel durum nasıl?
Ovacık köyleri, 1994 yılındaki köy yakma ve
köy boşaltma harekatı döneminde en
büyük zararı gören bölgelerin başında
gelmektedir. Köyler, bugün büyük oranda
boşalmış durumda. Özellikle dağ köyleri ya
tümüyle boş ya da örneğin Bilgês ve
çevresinde olduğu gibi sadece yaz
döneminde çıkılmasına müsaade
edilmektedir. Köylerde yaşayanların büyük
çoğunluğunu yaşlı insanlar oluşturmaktadır.
Bunların çoğunluğu da artık ‘mevsimlik
köylüler’dir. Yani bu yaşlı insanlar,
sonbaharda şehirlere, kendi yakın
akrabalarının yanına gidip ilk baharda
yeniden köylerine dönmektedirler. Ayrıca bu
durumda olanlar sadece yaşlı insanlar da
değil. Bu durumda devamlı olarak kalanlar,
çok küçük bir orana tekabül etmektedirler.
İşte burada sorun şudur: Bu durum daha
ne kadar devam edecek?
Köyler genel olarak fakir ve bakımsız. Ova
köylerinin bazılarında, özellikle yurtdışında
yaşayanlar konaklar yapmışlarsa da bunlar
küçük bir orana tekabül etmektedir. Bütün
köylerde elektrik mevcut olmakla beraber
akım düzensiz, tesisatlar da çok basit,
daha doğrusu ilkel. Köy yollarının hemen
tümü toprak zemin olup oldukça
bakımsızdırlar. İçme suyu, köy
çeşmelerinden temin edilmekle beraber,
evlerde tesisat sistemi ya yoktur ya da su
bolluğuna rağmen işlememektedir. Mutfak,
tuvalet ve banyolar ya yoktur ya da olanlar
da bu yüzden işlememektedir. Bütün
bunlara rağmen bu durum 70’li yıllarla
karşılaştırıldığında değişim hemen fark
edilmektedir.
Burada sorun şudur: Evlerin ve de köylerin
yeniden ama çağdaş bir yaklaşımla
yenilenmesi gerekiyor. Bunu devletten
beklemek abes olacaktır. Her ne kadar
‘geriye dönüş’ konsepti çerçevesinde
devletten bazı beklentiler varsa da, bu ya
gerçekleşmeyecek ya da aldatmadan öteye
geçmeyecektir. Tabii ki, bunun mücadelesi
yapılmalı. 2005’in ilk yarısında sona erecek
olan yasadan yararlanmak üzere, zarar
görenlerin müracaat etmesi şart. Bu, ihmal
de edilmemelidir. Benim vurgulamak
istediğim nokta ise daha farklı: Bütün
Dersimliler, kendi köylerine sahip çıkmalıdır
diye çağrıda bulunuyorum. Hali vakti
yerinde olanların, özellikle dışarıda
yaşayanların atacağı adımlar bu konuda
örnek ve teşvik edici olacaktır. Çok yaygın
olmasa da bazı Pülümür köylerinde bu
yönde atılmış adımlar oldukça sevindiricidir.
Köylülerin yaşam standartları oldukça
düşük. Geçim kaynakları nelerdir, diye
merak edilebilir. Tarım çok azdır. Tarlaların
çoğu ekilmemektedir. Sebze ve meyve de
oldukça yetersizdir. Pazara yönelik değildir.
Hayvancılık da üç-beş sığır veya bir kaç
koyun ve keçiden ibarettir. Buna rağmen,
et fiyatları yüksek ama canlı hayvan fiyatları
oldukça düşük. Bu durum yağ, süt, peynir
gibi hayvansal ürünler ile fasulye, nohut,
meyve ve sebzeler ile bal için de geçerlidir.
Daha doğrusu, köylünün ürünleri pazara
yönelik olarak değerlendirilememektedir.
Bu sorunun çözümü de, yine köylünün
kendisine kalmaktadır. Bunun yolunun
bulunması gerekir. Denebilir ki, köylülerin
çoğu atıl durumdadır. Bir kısmı emeklidir,
bir kısmı şehirlerde çalışan mevsimlik
işçidir, bir kısmı da yakınlarının
gönderdiklerini takviye edip yaşamaya
çalışmaktadırlar.
Gelecek kaygısı ve can güvenliği
İstisnasız bütün köylülerde gelecek kaygısı
var. Hiç kimse geleceğinden emin değil.
Bunun bir kaç nedeni var ama can
güvenliği kaygısı her şeyin başında
gelmektedir. Çatışmalar, operasyonlar,
arama ve taramalar insanlarda huzur
bırakmamaktadır. Bir önceki yıla göre bu
tedirginlik oldukça belirgin. 20 eylül sabahı
Bilgês’de uyandığımızda helikopterler fır
dönüyordu. Bunun hayra alamet olmadığı
çok geçmeden anlaşılacaktı.
Gerçekleştirilen askeri harekat neticesinde
yangın ‘çıkmış’ ve Bilgês ormanları
yanıyordu. Bilgês bölgesindeki bu eşsiz
ormanların kesilmesi yetmemiş olacak ki,
bu sefer de yakılıyordu.
Burada yeri gelmişken belirtmeliyim ki,
Dersim’in çeşitli bölgelerinde bizzat devlet
denetiminde ormanlar kesilmektedir. Bir
doğa katliamına dönüşen bu kesim
bölgelerinden biri de, tarafımdan
görüntülendiği gibi Bilgês ormanlarıydı. İşin
tuhaf yanı, erozyonla mücadele
kampanyası yürüten TEMA Vakfı ve sayın
yöneticilerinin, Dersim’de yok edilen bu
ormanlar konusunda sessiz kalmalarıdır.
Sormak istiyorum, acaba Dersim’de bir
taraftan yakılan, öte yandan devlet izniyle
kesilen bu ormanlar bizim değil midir?
Operasyon ve askeri harekatlara bahane
oluşturan başlıca neden, bölgede varlığı
iddia edilen yasadışı örgüt elemanlarının
yapmış oldukları silahlı eylemlerdir. Bu
konuda durum nedir? Dersim’de gerçekte
yasadışı örgütler silahlı eylem yapmakta
mıdır? Evet, ne yazık ki bu tip eylemler
olmaktadır. Ama bunlar, sadece Dersim’de
değil, Türkiye’nin her yerinde olmaktadır.
Bu eylemler oluyor diye, Dersimliler’in suçu
ne? Neden, Dersi halkı bu eylemlerden
sorumlu tutuluyor? Neden Dersim halkı,
başka şehirlerde uygulanan muameleye
tabi tutulmuyor? Bu soruları çoğaltmak
istemiyorum. Ama Dersim halkının hak
etmediği, haksız bir muameleye tabi
tutulduğu bir var sayım değil, kesin bir
olgudur.
Dersim’de, Dersim köylerinde ne tip
eylemler oluyor? Bu yasadışı örgütler kim
ve ne yapmak istiyorlar? Bu ‘yasadışı’
terimini kullanmak bile insana hicap veriyor.
Ama ne yazık ki, olgu bu. Bugün dünyada
genel kabul gören bir mücadele biçimi var.
Barışçıl, demokratik ve yasal bir mücadele.
Yasadışı örgütlenme ve şiddete dayanan
mücadele artık günün mücadele biçimi
değil. En azından bu durum Dersim halkı
için çok açık. Dersim halkı barışçıl ve
demokratik mücadeleden yanadır. Şiddete
karşıdır ve şiddeti savunanları
memleketinde istememektedir. Dersimli
aydın ve yurtseverler çeşitli vesilelerle bu
düşüncelerini kamu oyuna açıkladılar. Ama
hiç kimse Dersim halkından, eline silah
alarak, Kürt korucuların oynadığı rolü
üstlenmesini beklememelidir.
Gerek şiddeti savunan sol örgütlerin ve
gerekse PKK’nın Dersim’deki varlığı,
Dersim’in ve Dersimlilerin yararına değil,
zararınadır. Bunun nedeni bu örgütlerin,
benimsedikleri mücadele biçiminden
kaynaklanmaktadır. Devlet, bu örgütleri ve
onların eylemlerini bahane olarak
kullanıyor ve Dersimlilere, Dersim’in
köylelerine baskı uyguluyor. Bu bakımdan,
Dersim’in insansızlaştırılmasında sadece
devlet suçlu değildir. Devletin eline bu kozu
verenler de, hatalıdır. Hatalıdır demek hafif
kalmaktadır aslında, suç ortaklarıdır demek
daha doğru olabilir. Ayrıca ‘cezalandırma’
adı altında yapılan eylemler vardı. Geçmiş
dönemde buna zemin olmuş bazı nedenler
olabilir. Ama gelinen aşamada bu, bir nevi
‘kan davasına’ dönüşmüş ilkel bir mantığı
yansıtmaktadır. Aslında her şey halka
rağmen olmaktadır. Kimsenin halka bir şey
sorduğu yok. Halk bunlardan uzak durmak
istiyor. Tabii, bunu başarabilirse. Çünkü,
seyrek de olsa hala ‘yatakçılık’ yapan ya da
yaptırılan bazı unsurlar da var.
20 eylül 2004 sabahı, Bilgês üzerinde uçan
helikopter sesleri ile uyanıyoruz. Bunun
hayra alamet olmadığı, daha sonra yanan
ormanlardan anlaşılıyordu. Saat on
civarında Bilgês eteklerinden ayrılıyoruz.
İstanbul’dan izine gelmiş olan sevgili
Hemed, Mercanlar’ı görmeden gitme diyor.
Bölgedeki taliplerini görmeye gelmiş olan
Derviş Cemallı (Dewres Cemalız) rehberi
(Rayver) Ovacık’a bıraktıktan sonra, Hemed
ile beraber Mercan vadisine doğru yola
çıkıyoruz. Yarım saat kadar sürdükten
sonra, Mercan eteklerine varıyoruz.
Toprak yolun sonunda Mercan eteklerine
kurulmuş bir karakol, aşağı tarafında bir
şantiye ile uzun ve kalın boruların uzandığı
termo elektrik santralı bulunuyor.
Termo-elektrik santralının yapımı için büyük
bir hafriyat çalışması yapılmış. Doğa büyük
oranda tahrip edilmiştir. Dere yatağından
çevrilen su, borularla uzun bir mesafe
taşındıktan sonra santral denilen noktaya
varıyor. Bu santralin, bölge için büyük bir
tehlike olduğu ve daha fazla zararlar
vereceği kesin!
Bulunduğumuz noktadan, geniş bir alanı
gözlemlemek mümkün. Mercanlar, Munzur
dağlarının doğu sınırını ve en yüksek
zirvelerini oluşturuyor. Vadiler, oldukça
derin ve geçit noktaları zor ve engebeli. Bu
vadilerden kuzeye doğru Erzincan’a,
doğuya doğru Pülümür’e ulaşmak
mümkün. Meşhur Gaxnut (Mahmunut)
boğazı bu mıntıkadadır. Vadi içinde,
birbirinden oldukça uzak mezralardaki evler
hala ayakta. Ancak, daha sonra bölgenin
tamamen boş ve insansızlaştırılmış
olduğunu öğreniyoruz.
Karakol, dağın yamacına yapılmış. Elverişli
bir sahada kurulduğu söylenemez. Bizim
resim çekip bölgeyi incelediğimizi fark
edince, askerlerde bir hareketlenme ve
telaş başladı. Yavaş yavaş onlar, bize
doğru aşağıya inerken, arabamıza atlayıp
arkamıza bakmadan gazlıyoruz. Buraya
gelmekle, hata ettiğimizi anlıyoruz. Bari bir
kazaya kurban gitmeden uzaklaşalım
diyoruz. Dönüşümüzde, giderken
Munzur’un doruklarından aşağıya inmekte
olduklarını gördüğümüz sürülerle, ovada
karşılaşıyoruz. Binlerce koyun, yazlıklardan
kışlığa doğru yol alıyorlardı.
Hemed ile Ovacık içinde ayrılırken,
bekleyerek yolumuzu gözetlemiş olan
Rayver yaklaşıyor ve Mamekiye’ye gitmek
istediğini söylüyor. Munzur vadisinin
güzelliklerini ardımızda bırakarak merkeze
ulaşıyoruz. Rayver ile vedalaşıp şehirde
biraz dolaşıyorum. Garajdaki bir dükkandan
bir kaç tane CD alıyorum. Satıcı, çok güzel
‘Yeni Tunceli Belgeseli’ olduğunu söylüyor.
Daha önceki belgeselin hiç de güzel
olmadığını, istemediğimi belirtiyorum. Israr
edince bir tane alıyorum. Ancak, kopya
olduğu için her DVD’nin göstermediğini çok
sonra anlıyorum.
Şehri tam olarak görebilmek için,
çevresindeki dağlardan birine çıkmak
gerekiyor. Bunun olanaklarını araştırıyorum
ama nafile. Kimse benimle beraber, şehrin
yüksek noktalarından birine çıkmayı göze
alamıyor. Yardım istediğim kişiler, bunun
çok rizikolu olduğunu belirtiyorlar. Çaresiz
vazgeçip şehri bellli noktalardan
gözetlemekle yetiniyorum. Asker, polis ve
sivil giyimli timler şehrin içinde kaynıyor.
Sayısını bilemem ama aileleri ile birlikte
bunların halktan daha fazla olduklarını
tahmin etmek mümkün. Böyle bir ortamda
yaşamanın güçlükleri kolayca tahmin
edilebilir.
Mamekiye’den Pülümür’e doğru yola
çıkıyorum. Şehrin çıkışındaki Pir Sultan
heykeli önünde durup manzarayı son kez
gözetliyorum. Bir kaç poz resim daha
çekerken, Cemevi’nin önünde bekliyen
yaşlıca bir amca bana doğru yaklaşıp
selamlaşmadan sonra nereye gideceğimi
soruyor. Zazaca, Derê Balavanu (Balaban
Deresine) diyorum. Sevinerek, kendisinin
de o yöne gitmek istediğini söylüyor.
Benimle gelebilirsin, diyorum ama tek
şartla. Vadi boyunca belirli noktalarda
durup resimler çekeceğimi yani oyalanarak
gideceğimi belirtiyorum. Yeterince vaktim
var, diyor ve beraber yola çıkıyoruz. Yolda
sohbet ederek tanışıyor ve akraba
çıkıyoruz. Xarçık (Harçik/Pülümür) çayı
boyunca güzel bir yolculuktan sonra
Pülümür’e ve oradan Pırdê Mıti (Mutu
köprüsü) noktasında Balaban deresine
varıyor ve vedalaşarak ayrılıyoruz.
Bölgede bir kaç gün daha kalıyorum. Bu
arada Mama-Xatune/Têrcan (Mama
Hatun/Tercan) bölgesini ve köylerini de
gezdim. Daha sonraki günlerde Pülümür,
Kilse (Nazımiye) ve Düzgün Baba’yı
(Duzgın Bava) ziyaret ettim. Dönüşü, Xarçık
vadisi ve Mamekiye, (Elejiz) Elazığ-Malatya
üzerinden gerçekleştirdim. Aslında bu
güzergah üzerine de anlatılacak çok şey
var. Mesela, Mamekiye’den hemen sonra
başlıyan Turusmege (Türüşmek/Aktuluk)
yazısı, Munzur, Peri nehirlerinin Keban
barajı ile ilgili maceraları, vadi boyunca
kurulu olan köy ve kasabaların oluşturduğu
manzara görülmeye değer. Ama yazı
oldukça uzadı. Bu yüzden burada
noktalıyorum. Düzgün Baba ilgili
yazacaklarımı ayrı bir makalede ele almaya
çalışacağım.
16 Mayıs 2005
M. Tornêğeyali
http://dersimzaza.blogcu.com/Caye+Ma+Welate+Ma_Cografyamiz/
http://f25.parsimony.net/forum62148/messages/23756.htm
http://www.f28.parsimony.net/forum68410/messages/60.htm
http://dersimzazaplatformu.www.de/category/gezi-notlar/2008/07/14/ovacik-tan-p-l-m-r-e-d-n
http://dersimzazaplatformu.www.de/category/gezi-notlar/2008/07/28/ovacik-tan-p-l-m-r-e-d-n